Nâzım Hikmet ve Vera’nın zorlu ve sancılı geçen aşk hikâyesine geçmeden önce, Nâzım Hikmet Ran hakkında birtakım bilgiler vermek istiyorum. Nâzım Hikmet’i sanırım yazdığı romantik şiirleri, sevgili eşi Piraye Hanım için yazdığı, ‘’Piraye’ye Mektuplar’’ kitabındaki ‘’Piraye, gel. Sana muhtacım.’’ dizelerinden ve ‘’Piraye öldü aşkından, yine de dönmedi Nazım’a.’’ sözünden de çoğumuz tanıyoruzdur. Zaten böyle çarpıcı ve yüreğe dokunan sözlere sahip olan dizeler insanın aklına bir kez kazındığı zaman, merakımıza yenik düşüp illa ki bu satırların sahibini ve hikâyesini birçoğumuz hemen araştırmaya başlamışızdır. Nâzım Hikmet Ran, Türkiye’de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin de en önemli isimlerindendir. Günümüzdeki pek çok şairi de bu yönüyle etkilemiştir. Yazdığı ilk şiirleri ölçülü ve uyaklı olmasına rağmen sonraları serbest şiire yönelmiştir ve böylelikle serbest şiirin tanınmasını ve yerleşmesini sağlamıştır. Divan ve Halk şiirinin özelliklerini çağdaş anlayışa sahip bir şekilde kaynaştırmıştır. Eserlerinde ise son derece başarılı ve canlı bir dil kullanmıştır. Şair sıfatının yanında, aynı zamanda oyun yazarı, romancı ve anı yazarıdır. Edebiyatta ise daha çok romantik akımı temsil eden bir şair ve yazardır. Şiirde kullanılan ve kullanılmayan sözcükler diye bir ayrım yapmamaktadır. Dizeleri, kullanmaya getirdiği özgünlükle de özgür koşuk biçiminin gelişmesinde büyük bir yeri vardır. Aynı zamanda mektup ve öykü türlerinde de eserler vermiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır. 

Benim, Nâzım Hikmet ve şiirleriyle tanışmam Piraye Hanım ile yaşadığı aşkın sonucundaki o güzel şiirleri ile değil, ‘’Bir Ayrılış Hikâyesi’’ adlı şiirine rast gelmem ile başladı aslında. O dizeleri defalarca okuyup, uzun bir süre etkisinde kalmıştım. Sonradan öğrendim ki o şiirinin de hikâyesi başkaymış. Türkiye’nin ilk kadın coğrafya öğretmeni olan Şukûfe Nihal ile olan ilişkisini anlatıyordu bu yüreklere dokunan şiiri. Özellikle bir dizesi var ki, gerçekten insanın kalbinin atışını hızlandırıyor ve ilişkilerinin boyutunu da bize göstermiş oluyor aslında. ‘’Sen yürümelisin, beni bırakarak. Kadın sustu, sarıldılar. Bir kitap düştü yere, kapandı bir pencere. Ayrıldılar…’’ Belki kavuşup ayrılan çiftlerden oldular, belki de Nâzım Hikmet, Şukûfe Hanım’dan hiç karşılık göremeden bu aşk da şiirlere hapsoldu ve raflarımızda yerini aldı. Kim bilir? 

Böylesi aşk dolu şiirler yazacak kadar aşka mı âşıktı Nâzım Hikmet, yoksa yanlış sevdalara yelken açsa bile yüreğine söz geçiremediği gibi, dizelerine mi gömecek kadar sevdalı mıydı âşık olduğu kadınlara? Belki de ikisine birden sahipti, bunu da bilemeyiz. Ne aşktan vazgeçebilmişti ne de yazmaktan. İşte bu yüzdendir ki, Nâzım’ın dizelerini okuyan her insan bir parça da olsa kendisinden izler bulur şiirlerinde. Kimi imkânsızlarla boğuşup, sevdasını içine gömerken kimisi de zorlu ve sancılı bir aşkla kıvransa da yüreğine söz geçiremediği için kendini yine Nâzım’ın satırlarında bulur. Nasıl bir aşka düşerseniz düşün, illa ki kendinizi bir anda Nâzım Hikmet okurken bulabilirsiniz. 

Yaşımız küçük olduğu zaman, henüz farkında olmadığımız ve bize tatlı bir karın ağrısı belirtisi ile baş gösteren ‘aşk’ kavramını oyun zannediyoruz fakat yaş aldıkça, hele ki toyluk zamanlarını geçtiğimiz dönemlerde aşk canımızı acıtan bir olguya dönüşebiliyor. Oyun zannettiğimiz, karnımızda kelebek etkisi yaratan bu duygunun yerini sancılı bir süreç alabiliyor. Mesela, hiç unutmam ortaokulda, o zamanlar aşk zannettiğim ama sadece bir hoşlantıdan ibaret olan duygudan dolayı bir his içimi kıpır kıpır yapıyordu. Bize verilen müzik ödevinde bu hisleri beslediğim çocukla aynı grupta eşleşmiştik ve ödev gereğince bir tiyatro metni sergilememiz gerekiyordu. O zamanlar sergileyeceğimiz oyunu bir arkadaşım düzenleyip yazmıştı ve bana verdiği rolde ne şans ki sevdiğim çocuk ile sarılmam gerekiyordu. Metinde bu sahneyi okuyunca nabzım hızlanmaya ve kalbim gümbür gümbür atmaya başlamıştı. O zamanlar çocuktum, henüz aşk acısı çekmemiş belki de bu duyguyu her zerremde hiç tatmamıştım. Fakat bu duygu benliğime bu kadar sirayet etmemesine rağmen nasıl oluyordu da heyecandan kasılıyordum? Neden kalp atışımın hızından nefesim kesilir gibi olmuştu? O zamanlar hoşlantı adı altında bile olsa bu duyguları anlık olarak hissetmiştim. Sevdiğinin kokusunu solumak belki de âşık olan insanlar için çok özel olan bir durumken, zaten metinde o sahneyi pas geçerek bu duyguyu da tam hissedemeden yok sayarak, ödevime devam etmiştim. Nedendir ki, kaç yıl geçerse geçsin ilk aşkın, hoşlantı zannettiğin duyguların bile kalpte bir yeri oluyor.

Sevda demişken, artık Nâzım ve Vera’nın hikâyesine giriş yapabiliriz. Piraye, Münevver, Şukûfe Nihal, Galina ve Vera… Aslında Nâzım’ın âşık olduğu ve uğruna şiirler yazdığı birçok kadın var lâkin kalbimize dokunan şiirlerinden ve imkânsızlıklarla boğuştuğu aşkları arasında genelde bu isimler yer alır. Bu aşklar içerisinde Piraye Hanım’dan sonra belki de benim ruhuma en çok dokunanı şüphesiz ki Vera ile olan ilişkisi oldu. İlk başta yaşanamayacak kadar imkânsız olan bu duygu silsilesinde kaybolan Nâzımken, daha sonra sevdiği kadın eşi oluyor. Nâzım’ın aldatmadığı tek kadın; Vera. Nâzım’ın, Piraye ile olan ilişkisini okurken peşinden çok koştuğunu, kapıldığını ve belki de hayatındaki ‘tek kadın’ olabileceğini zannederken Münevver’in araya girmesi ile kısa çaplı bir şok yaşadım. Çünkü, bu denli âşık bir adam nasıl olurdu da dayısının kızına bir anda bu kadar tutulurdu? Geçirilen zor zamanlardan sonra tam da Pirayesi’ne kavuşmuşken Münevver de nereden çıktı? diye sormadan edemiyor insan. Piraye, zaten tüm bu olanlardan sonra, kırılan gururu ile beraber Nâzım’a bir daha dönmüyor ve hayatına da kimseyi almıyor. Piraye’nin aşkından sonra Vera ile olan hikâyesini okuyunca, ne kadar yanlış bir ilişki olursa olsun Nâzım Hikmet yine dizelerinde kendini konuşturuyor ve ortaya aşk kokan cümleler çıkıyor.

‘’Gel dedi bana,

Kal dedi bana, 

Sev dedi bana,

Öl dedi bana,

Geldim…

Kaldım…

Sevdim…

Öldüm…’’

Bu dizeleri okuduktan sonra ne kadar yaşanmaması gereken bir ilişki olsa da insanın içine işliyor yine de. Nâzım Hikmet’i okurken aşkı yaşıyor insan. Bir dizesinde yaşamasanız bile o aşkı iliğinize kadar hissederken, bir diğer dizesinde sanki o aşk acısını siz çekiyormuş gibi yüreğiniz dağlanıyor. 

1951 yılında Moskova’ya giden Nâzım, o sıralar Münevver ile evliydi ve Mehmet adında bir de çocukları vardı. Moskova’da karısını, oğlunu ve ülkesini özlerken, aslında kalbine söz geçiremeden birini koyacağını kim söylerdi ki? Ama olmuş işte. Kalp bu, uslanmadan birini hayatımıza almak için bizden izin istemez. Odacığına birini yerleştirir ve o an aşk başlar işte. Yanlış, imkânsız, yaşanmaması gereken bir aşk olsa bile bu, söz dinlemeyen bir çocuk misali çarpmaya devam ederek o kişinin adını fısıldar bize. Gelgelelim bu aşkın başlangıcına… Soyuz Multifilm Enstitüsü’nden Arnavut giysileri hakkında bilgi almak için gelen Valentina Brumberg’in yanında arkadaşı Vera Tulyakova vardı. Nazım daha o anda, görür görmez âşık oldu Vera’ya. Âşık oldu olmasına lâkin arada o bahsettiğimiz engeller, uçurumlar vardı. Kolay olsaydı adı aşk olur muydu zaten? Sancılı geçen süreçler, oflanıp puflanılan anlar, geçmek bilmek saatler olmadan bir anlamı kalır mıydı aşkı yaşamanın? Kolaylığı olduğu kadar elbette ki zorlukları da olmalıydı. Olmalıydı olmasına da, Vera’nın evli ve bir çocuğunun olması, üstelik Nâzım’ın da aynı durumda olması bu aşkı taşımaya çalışırken, sırtına yüklediği yanlışların ardında debelenip dururken ne kadar sağlıklı yürürdü? Ya da doğru soru şu olmalıydı; bu ilişki yürür müydü? 

Her ilişkide olabileceği gibi, bir de bu engellerin arasına yaş farkı eklenmişti. Nâzım, Vera’nın ölmüş babasından bile altı yaş büyüktü. Ama bütün bunlar Nâzım’ın kalbine engel olamadı tabii. Aşk engel tanır mı? sorusunun yanıtı belki de bu engellerde gizliydi. ‘’Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi, kırmızı dolgun dudaklı’’ dediği Vera’ya perestiş (delicesine sevmek) bir şekilde âşık olmuştu. Nâzım’ın Vera’ya âşık olmasının ardından iki yıl sonra 1957’de Vera, üzerinde çalıştıkları senaryonun kabul edildiğini söylemek üzere Nâzım’ı aradı. İş için tekrar bir araya geldiler ve Vera o anda evli olduğunu Nâzım’a söyledi. Nâzım, zor günler geçirmeye başladı. Üstelik kendisi de aynı durumdaydı, evliydi ve karısını hâlâ seviyordu. İki kadın, bir adama mı dönüşmüşlerdi yani? Arada kaynayan çocuklar da cabası tabii. Yok sayıp, arkasını dönüp gidemeyeceği kalbi de buna eklenince zor zamanlar başladı o günlerde. Vera ise evli olması sebebi ile Nâzım ile olan ilişkisini bitirmek istiyordu. Nâzım’dan uzaklaşabilmek adına eşi ve çocuğu ile beraber Kafkas kasabasına tatile gitti. Nâzım da onların peşinden aynı yere gitti tabii ve burada Vera’ya birçok şiir yazdı.

1958 ve 1959 yılları arasında birlikte İki İnatçı isimli oyunu yazmaya başladılar. Bu oyun sahnelenmeye başladığında bir daha ayrılmayacaklarını da anlamış oldular. O güne kadar Nâzım ile olan ilişkisini kesmek isteyen Vera da ona âşık olmuştu. 

‘’Günler ve geceler sabırsızlığa koşuyor, seni bekliyorum, geçen zamanla seni soluyorum.’’ Vera da bu satırlar ile aşka düşmüştü artık. 18 Kasım 1960’ta evlendiler, birbirlerine büyük bir tutku ile bağlanmışlardı. Beraber birçok ülkeyi ve şehri geziyor, çeşitli toplantılara ve konferanslara katılıyorlardı. Nâzım, hayatı boyunca yaşadığı zorlukların ve çektiği acıların sonunda Vera ile ikinci baharını yaşıyordu âdeta. En güzel ve özel şiirlerini onun için yazdı, kalbimize dokunan satırlarını da şiirleri ile bizlerle buluşturdu. 

1963 yazında birlikte şehirden uzak bir yere gittiler. Nâzım’ın aklı ise hep ölümdeydi bu süreçte. 3 Haziran günü kapıdaki mektupları alırken birden yere yığılıp kaldı Nâzım, kalp krizi geçiriyordu o an. Hastaneye gittiklerinde ise çoktan gözlerini yummuştu, bu hayattaki yolculuğu sona ermişti.

Böylelikle, ömründe ikinci baharını yaşadığı, hiç aldatmadığını söylediği kadını bu dünyada bırakarak sonraki yaşamında yerini almıştı. Bu aşktan da geriye bolca şiir ve söz kalmıştı. Bazen ‘ah’ edilen, bazen ise etkisinden çıkamadığımız bu dizeler de bize kalmıştı. Vera, yaşına, evliliğine rağmen kalbinin sesini dinleyerek Nâzım’a tüm imkânsızlığı ile adım atmıştı, Nâzım’da sevdiği kadını hayat arkadaşı, eşi yapmıştı. Ölümsüzlüğe atılan bir adım da bu aşktan gelmişti işte. Bitmeyen aşkları satırlarda anlam bulacaktı artık. İmkânsızlıklar üzerine kurulu bir aşk hikâyesi; Nazım ile Vera’da, ebediyen insanların gönlüne taht kurdu artık. Yazımı noktalamadan önce, Nâzım’ın Vera için yazdığı sözlerden etkilendiklerimi sizinle de paylaşmak isterim.

‘’Lanet olsun, ne muazzam şey seni sevmek.’’

‘’Ve işte ben. Dün senin sesini işittiğimde dünyanın en mutlu insanı oluverdim. Hep bizi, seni ve beni düşünüyorum.’’

‘’Bugün cumaymış, yarın cumartesiymiş, çoğum gitmiş de azım kalmış, umurumda değil.’’

‘’Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi karım benim.’’

Böyle aşklar artık var olmasa bile, hâlâ yaşatılan o aşklar için diyelim o zaman..

Yazar : Sude YENİN